Coşkun Yüksel / Pozitif

Işıklı tabelada adımın yazmasını bekliyorum.
“İçerde Hasta Var Lütfen Girmeyiniz” yazısı yanıp sönüyor. Kırmızı bold fontları var. Cep telefonuna gelen mesajdaki randevu saatinden on dakika önce geldim. Ne olur ne olmaz. Belki doktor hızlı belki hasta az belki hemşire gönüllü olur. Sıram vaktinden önce gelir. Gerçi tam aksi de mümkün. Hasta çok, doktor yavaş hemşire gönülsüz bir gudubettir. Artık ne kadar gecikeceği kaç dakika sonra sıranın bana geleceği hiç belli olmaz ama beklerim. Yapacak bir şey yok zaten.
Uzun koridorun iki tarafında odalar var. Her birinin kapısının üstünde doktorun ismi yazılı. Benim karşısında oturduğum oda ortalarda bir yerde. Koridorun sonundaki odaların kapısında ne yazdığını göremiyorum. İkinci kata çıkan merdivenlerin tam karşısında sıra numarası veren cihaz var. Bakınıyorum, etraf oldukça sakin. Kalabalık gürültü kargaşa yok.
Bir şeyi beklerken zamanın yavaşladığını biliyorum.
Zaman geçirmenin en güzel yolu kelimelerin peşine düşmek.
İçinde bulunduğum yer “Sağlık Ocağından” başlamalı. Sağlık tamam da niye ocak denmiş acaba? Ocak senenin ilk ayı değil mi? Ayrıca, ateş yakılan aygıt da ocak ama. Gaz ocağı mesela. Eskiden şöminelere de ocak denirmiş. Küme anlamı da yok mu? Tarlalarda belli bir sebzeye ayrılan bölümlerin her birine de ocak deniyordu. Yeniçeri Ocağı vardı. Oradaki kazandan hep beraber yemek yedikleri için bu isim verilmiş olabilir. Kazanda yemek pişmesi için ocak lazım sonuçta. Aile anlamı olabilir mi? “Ocağımız söndü” deyiminde bu anlam olmalı. “Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak” mısraında şair ihtimal ki ocağı aile anlamında kullanmıştır. Ocak yanıyorsa orada bir canlı var demektir, en son canlı canını verinceye kadar demek istemiş olması daha akla yakın. Fakat bir dakika, asıl “şifacı aileye” ocak denirdi. Eğer bir ailede şifacılar varsa, şifacılık veraset yoluyla sonradan gelen aile üyesine geçiyorsa onlara da ocak deniyordu. Hatta şifa ocağı olarak bilinen bir köyün adı da ocak olacaktı. Veya adı başkaydı da oradaki türbede şifa bulanlar olduğunu ifade etmek için ocak deniyordu. Kemaliye yolunda küçük bir köydü. Türbede yatan zatın meşhur Karacaahmet’in kardeşi olduğu rivayet ediliyordu.
İşte durum vuzuha kavuştu. Kim koymuşsa adı isabetli imiş. Sağlık Ocağı, ocak kelimesinin şifayla ilintisi sebebiyle seçilmiş olmalı. Mahalleye hizmet eden küçük sağlık kuruluşlarına sağlık ocağı denmiş. Büyüklerine zaten malum hastahane deniyor. Eskiden bimarhane denirmiş. Bimar hasta demek, hane de ev. Hastaevi. Şifahane dendiği de vaki. Şifaevi. Bu daha isabetli sanki. Daha umut verici. Daha insanın içini ısıtan bir güven duygusu aşılayabilir. Gureba kelimesi de hastaneyle ilintili. Garipler demek. Belki de hususi doktorlar zenginlerin evlerine gidiyordu. Fakirler için, garipler için böyle genel hastahanelere gureba denmişti. Bir de gurebehan-ı laklakan olacaktı. Laklakan leylekler demekti. Dünyanın ilk hayvan hastanesi diye bilinen, ecdat yadigarı kurum. Ahmet Haşim’in bu adlı bir eseri de vardı.
Kelime peşine düşmenin handikapı burası işte. Olmadık yerlere sıçrar düşünce, insan ipin ucunu kaçırır. Bu da güzel bir deyimdir. Karanlık bir mağarada dönüş yolunu bulabilmek için bir ip tutmak ve ipi hiç bırakmamak gerekir. Eğer ipin ucunu kaçırırsa insan dönüş yolunu bulamaz. Sağlık ocağından Ahmet Haşim’e gitmemeliydi iş. O halde burada durduralım.
Fakat hastahane ne kadar sevimsiz bir kelime. Hastaneye düşmüş denir mesela adeta kötü yola düşmüş der gibi. Sağlığın kazanıldığı bir yer değil tam aksine acı çekilen, ölünen, gidilmemesi -veya düşülmemesi gereken- bir yerdir hastahaneler. “Hastane önünde incir ağacı” nasıl ağlanacak bir türküdür. Çünkü doktorlar bulamamıştır derdine ilacı. Orada garip kimsesiz ölüp gidecektir.
Hastane denince insanın gözünün önüne sevimsiz, soğuk hatta daha fazlası kötü bir yer gelmesinin sebebi nedir acaba? Tam aksi olmalı değil miydi? İnsanın acılarının dindiği, derdinden kurtulduğu, hastalığının iyileştiği bir yer gelmeliydi aklına, kelimeyi duyar duymaz.
Kalabalıktı. Kirliydi. Keskin bir koku olurdu. İlaç kokusuyla hiç temizlenmemiş tuvalet kokusunun karışımı. Bir türlü gelmeyen sıralarda saatler geçerdi. Asık suratlı buyurgan doktorlar, kendi dünyalarında çevreye ilgisiz, yorgun ve bezgin hemşireler, kaba, hırçın saldırgan hademeler. Hastane koridorlarında adeta bir keder kasırgası eser, içeri giren herkesi önüne katar sürüklerdi.
Bu yüzden kelimenin içine sevimsizlik sinmiştir.
Bu sağlık ocağının ne kadar temiz olduğunu şimdi farkettim. Çünkü onu da yeni farketmiştim. Elindeki paspası sürüterek önümden geçince. Taşları parfümlü bir kimyasalla siliyor olmalıydı. Önümden geçip giderken daha önce duymadığım lavanta kokusu genzimi doldurdu. Uzun koridoru birkaç kere boydan boya silerek turladı. Her geçişinde güzel koku daha çok duyuldu. Paspası kovasının içine yerleştirdi. Sonra bir kapıyı açıp içeriye koydu. Temizlik odası olmalıydı. Odadan çıktığında elinde iki tane büyükçe temizlik bezi vardı. Birinin üzerine bir sıvı püskürtüyor, onunla kapı kollarını siliyor, diğer bezle kuruluyordu. Ne hızlı ne yavaştı. Kapı kollarını silip kurulamayı bitirdiğinde odanın birinden seslendiler. Oraya doğru yürüdü. Çay veya kahve istemişlerdi. Elinde karton bardakla döndü. Uzattı. Görüş açımın tam içine girmişti. Dikkatlice baktım.
Altmış yaşlarında bir kadındı. Kısaya yakın orta boylu, hafif kilolu, tombalak bir şeydi. Kahverengi üniforması tertemizdi. Ama asıl bariz vasfı, dikkati çeken, bakınca bir daha bakma ihtiyacı doğuran tarafı yüzündeki koskocaman gülümsemeydi. Sürekli gülümsüyordu. Yüzünde yorgunluk, bezginlik, bıkkınlık, sıkkınlık emaresi yoktu. Derin ve dinlendirici bir uykudan ılık bir bahar sabahına uyanmış da etrafını saran çiçeklerin kokusunu içine çeker gibi gülümsüyordu. Gülümsemesinde şen, şakrak bir insanın hafifliği değil vakur bir dinginliğin dışavurumu vardı.
Yaşlıca bir kadın sıra numarası veren cihazın tuşlarına basıp duruyor, bir türlü istediği olmuyordu. Öflemeye başladı. Hizmetli hemen yanında bitiverdi. “Dur ben sana yardım edeyim” diyerek cihazı çalıştırdı. Sıra numarası yazan kâğıdı eline tutuştururken aile hekimini bilip bilmediğini sordu. Sonra koluna girip hekimin odasının önündeki sandalyeye oturttu. Yüzünde hep aynı gülümseme vardı.
Merdivenlerden zorlukla çıkan bir hastanın yanına gitti. Koluna girdi. Son kalan birkaç basamağı beraber çıktılar. Nereye gideceğini öğrendi. Ona da yolu gösterdi. Yüzünde hep aynı gülümseme vardı.
Bir hekimin odasından tekerlekli sandalyede çıkan hastanın yanındaki de yaşlı birisiydi. Tekerlekli sandalyeyi asansöre sokmaya çalışıyordu. Ona yardıma gitti. İkisi birden uğraştılar. Sandalyenin tekeri asansör kapısındaki yükseltiyi aşamıyordu. Biraz uğraştı gücünün yetmeyeceğini anlayınca merakla seyreden beni gördü. “Yardım eder misiniz?” dedi. Kalktım üç kişi olunca sokabildik asansöre. Teşekkür etti. Yüzünde hep aynı gülümseme vardı.
Hiç boş durmuyordu. Bir şeyleri kaldırıyor, götürüyor, getiriyor, yerleştiriyor, odalara girip çıkıyor, elinde bir şeyler oluyor, bırakıyor, tekrar alıyordu. Yüzünde hep aynı gülümseme vardı.
Annesinin kucağında sıra bekleyen beş yaşlarında bir çocuk epeyce mızıklandıktan sonra koridora kusmaya başladı. Şimdi gördün gününü hadi gülümse bakalım dedim içimden. O hızlıca anneyle çocuğun yanına geldi. “Ah yavrum, ne oldu sana, mideni mi üşüttün sen, geçti tamam, bak şimdi doktor abla seni iyileştirecek” diye şefkat dolu cümleler söylüyordu. Paspası getirdi. Annenin mahçup yüzüne rahatlatacak bir şeyler söyleyerek baktı. Yeri çarçabuk temizledi. “Su ister mi çocuk” diye sordu. Yüzünde hep aynı gülümseme vardı.
Kadın uzay boşluğuna hayatı olduğu gibi kabullenme dalgası yaymaktaydı. Sağlık ocağının koridorları onun yaydığı bu dalgalarla doluydu. Herkesi sarıp sarmalıyor, kuşatıyordu.
Havada ne sevimsizlik ne keder ve üzüntünün çürüten rutubeti, ne acı ve hüzün barınamamaktaydı. Onun hep gülümseyen yüzü yüzünden.
Anladım ki asıl bulaşıcı olan duygulardır. Herkes herkese duygusunu bulaştırmaktadır. Biz bulaşan duygunun farkına varmaksızın kederimize kendi dışımızda somut nedenler arayıp bulmaktayız. Veya uydurmaktayız.
*