Bir çığırtkan adam, pazar yerinde ortalığa serilmiş envaiçeşit mallarının başında sesinin bütün gücüyle bağırıyordu. Bu çelimsiz adamdan bu tiz ve yırtıcı ses nasıl çıkar belli değildi.
“Gel vatandaş gel! Batan geminin malları bunlar!”
Gemi nerede batmış, neden batmış, bu mallar gemiden batmadan önce mi çıkarılmış, yoksa battıktan sonra ıslak ıslak suyun içinden mi alınmış, hiçbiri belli değildi.
“Gel! Vatandaş gel! Batan geminin malları bunlar!”
Meselenin önü sonu bu kadardı. Mallar çoktu, çeşitliydi, hepsi de çapaçul şeylerdi ve batan gemiden kurtarılmıştı. Tiz sesin saldırısından kurtulunca meseleye vuzuh kazandıracak bir ihtimal belirdi. Bu malların ederinden daha ucuza satıldığını söylemek istiyordu. Ucuz diye haykırmak yerine batan geminin malları diye çığırmanın etkisi daha fazla olur diye mi düşünmüştü acaba?
“Ucuz” çok göreceli bir şey değil mi? Adamın biri ben ucuz mal alacak kadar zengin değilim dememiş miydi? Malların ucuzluğundan daha fazla bir vurgu vardı batan geminin malları ifadesinde. İnsanoğlunun en habis duygularından birini gıdıklamak amacındaydı. Ötekinin felaketinden istifade etmek. O felaket onun elinden birşeyleri çıkaracak, elden çıkanlar benim olabilir düşüncesini kışkırtmak. Bu tahmin edilenden daha derinde daha içsel bir sapkınlık. Öncelikle eline geçecek malın, nimetin, rızkın adına her ne dersek menfaatin doğal yollarla eline geçmeyeceğine dair inanca dayanmaktadır. Benim bir kazanım elde etmem için onun senin elinden çıkması lazım. Yoksa nasıl benim olur?
“Senin felaketin benim saadetimdir”
Gemi battığına göre geminin de içinde ki malların da sahibi uğradığı felaketi kendi düşünsün, ben ondan nasıl yararlanacağıma bakmalıyım. Çünkü gemi batmasaydı ben bu malları ederinden daha ucuza alamazdım.
Öğretmen hastalansa da bugünkü matematik dersinden kurtulsak beklentisi içindeki mektep çocuğunun duygusu bu durumun en masum dışavurumudur. Babam ölse de arabası benim olsa, malları bana miras kalsa, başımda otorite kalmasa da istediğimi yapsam bu duygunun artık masumiyet karinesini geçmiş habaset bulaşmış şeklidir. Amirinin emekliye ayrılmasını, sürgün edilmesini, ölmesini, bir suça bulaşıp da hapse düşmesini bekleyen, böylece ondan boşalacak makama kendisinin geçeceğini hesaplayan çapsızın bu duygusu habaset derecesini de geçmiş artık basbayağı suç sınırlarını zorlamaya başlamıştır.
Güzelliği daha çok dikkat çeksin diye sürekli çirkin arkadaşıyla gezen genç kızın durumu da kendisinden daha fakir olanlarla haşır neşir olup zenginliğini ve gücünü sergileme imkânı arayan ergen de aynı duygunun etkisi altındadır. Yoğun trafikte sirenlerini çalarak ilerleyen cankurtaranın peşine takılmayı uyanıklık zanneden maganda da keza canıyla uğraşan bir hastanın felaketinden fayda devşirmeye çalışmaktadır.
Tarihin birinde Milli Eğitim Müdürlüğünde okullara malzeme sağlayan büronun amiri, bütçe yatırım şube müdürünün başucunda “İstekler sınırsız kaynaklar sınırlıdır” şeklinde bir yazı asılmıştı. Çok makul gibi görünüyordu. Her okul sayısız istekle karşısına geliyordu. Fakat onun dağıtabileceği malzeme herkese yetecek kadar çok değildi. Verebildiğim kadarıyla yetinin fazlası için başınızın çaresine kendiniz bakın diyordu. Etkili bir özdeyişle. Ama durumun farklı bir vechesi daha vardı. Köy okullarının birinin müdürü her gelişinde köyde çok bulunan, yoğurt, peynir, meyve sebze ile geliyordu. O köy okulu malzemeden yıkılıyordu.
Eğer kaynaklar söylendiği gibi sınırlı ise durumu kendi lehine çevirecek bir imkân bulunabiliyordu. Tıpkı bir Osmanlı Paşasının yaptığı gibi. Paşa ordunun başına rüşvetle gelmişti. Verdiği rüşveti tahsil edebilmek için akla zarar bir çare buldu. Tam savaş başlamak üzereyken düşman ordusunun bulunduğu tarafa geçmek için nehir üzerine bir köprü yaptırdı. Köprüden karşıya geçişten ücret alınmasını emretti. Ordu köprü tahsilatıyla uğraşırken düşman bastırdı. Sonuç elbette hezimet olmuştu.
Kaynakların sınırlı olması doğru değildi. Kaynaklar gerçekte sınırsızdı. İstekler ise sınırlı olmalıydı. Kaynakları kısmak, kendi tekeline almak sonra istekleri sınırsız hâle getirip sürekli o duyguyu pompalamak kelimenin tam anlamıyla şeytani bir düzendi. Nasrettin Hoca’nın dediği gibi köpekleri salıp taşları bağlamak gibiydi.
Veya asıl ihsan edenin kim olduğuna dair inançsızlık demek daha doğru olur.
Modernite tam olarak böyle bir şeydi. İnsanlık tarihinin en büyük belalarından biri küresel ekonomik düzen bu durumun ta kendisiydi. Mallarını yağmalamak için gemileri batırmak da ekonomi bilimin gereklerinden biri olmalıydı.