Dünya yaşamında görsel iletişimin ilk öğesi olan renkler, insanın (ve belki de diğer canlıların) biyolojik fizyolojik, psikolojik ve sosyal tepkilerini etkiler. Bölgesel ve kültürel değişiklikler olmakla birlikte bazı renklerin özellikleri evrensel anlamlara sahiptir. Örneğin kırmızı, turuncu, sarı sıcak renkler olarak adlandırılırken, mavi, mor ve yeşil daha soğuk sakinlik, rahatlama, hüzün duygularının tanımlamasında kullanılır. Beyaz ise hemen tüm kültürlerde saflık ve temizliği ifade eder.
Peki, renksiz bir dünya düşünebilir miyiz?
Bu soruyu sorarken fotoğraf makinasında ayar yapar gibi renkli veya siyah-beyaz görmeyi kastetmiyoruz aslında. Sonuçta siyah ve beyaz da (ana renklerden olmasalar da) birer renk ifadesidir. Buradaki soru ise tamamen hiç renk olmayan bir Dünya hayal edebilir miyiz?
Bu sorunun cevabı en azından bulunduğumuz Dünya üzerinde maalesef (ya da iyi ki) “hayır” olacaktır.
Daha önceki yazılarımızda da bir çok defa bahsettiğimiz gibi Dünyamızda hayat, gerek zaman algısı bakımından, gerekse görme olabilmesi, bazı canlıların hayatını devam ettirebilmesi vb. gibi birçok konuda ışığa ve dolayısıyla da Güneş’e muhtaçtır. İşte renkler de Güneş ışığının sadece bu Dünya’ya özel olması kuvvetle muhtemel mucizelerinden bir tanesidir.
Bunun nasıl bir mucize olduğunu anlatmadan önce renk nedir biraz bundan bahsedelim. Türk Dil Kurumu Sözlüğü rengi şöyle tanımlıyor; Cisimler tarafından yansılanan ışığın gözde oluşturduğu duyum. Işığın eşya üzerine çarpmasıyla, yansıyan ışınlardan gözümüzde meydana gelen duyumların her birine “renk” denir. Burada bahsettiği gibi renk aslında somut bir şey değildir. Renk bir duyumdur, renk bir duyu verisidir.
Rengin oluşması için gerekli olan ilk koşul ışığın varlığıdır. Ama ışığın varlığı tek başına yeterli değildir, işte mucize de burada başlar. Renklerin oluşabilmesi için Güneş’ten yeryüzüne gelen ışığın, renkleri meydana getirebilecek şekilde, belirli bir dalga boyuna sahip olması gerekmektedir. Güneş’in yaydığı bütün ışınların içinden sadece “görünür ışık” olarak adlandırılan bu ışığın yeryüzüne gelme ihtimali 10 üzeri 25’ te 1 ihtimaldir. Bu inanılması güç ihtimal gerçekleşir ve renklerin oluşması için gerekli olan ışınlar Güneş’ten Dünya’ya ulaşır.
Güneş’ten gelip uzaya yayılan ışık gerçekte göze zarar verecek özelliklere sahiptir. Bu yüzden Dünya’ya ulaşan ışığın gözün rahatlıkla algılayabileceği ve zarar vermeyeceği duruma gelmesi gereklidir. Bunun için ışınların bir süzgeçten geçmesi gereklidir. Bu dev süzgeç Dünya’yı çevreleyen “atmosfer”dir.
Atmosferden geçen ışık yeryüzüne dağılır ve rastladığı maddelerin hepsine çarparak yansır. Işığın çarptığı maddelerin, ışığı yutmayıp yansıtacak özelliklerde olması gereklidir. Her ne kadar doğadaki her cisim bize renkli olarak görülse de o cismin yüzeyi bazı dalga boylarını emme ve bazılarını yayma özelliğine sahiptir. Gözümüze kırmızı görünen cisim, kırmızının dışındaki bütün dalga boylarını soğurmakta emmektedir. Kırmızı bandın dalgası soğurulmadığı için cisim bize kırmızı olarak görülür. Herhangi bir cismi yansıtmayan cisim ise siyah olarak görülür. Elbette ki renklerin oluşmasındaki diğer tüm aşamalarda olduğu gibi, pigmentlerle ışık arasında da yine kusursuz bir uyum vardır. Çünkü yeryüzüne ulaşan “görünür ışık” canlılarda renk molekülü olarak bilinen “pigment” molekülleri için özel olarak yaratılmıştır. Bu da normalde farkına varmadığımız diğer bir mucizedir.
Bir sonraki aşama ışık dalgalarını algılayabilecek bir algılayıcıya, yani göze ihtiyaç olmasıdır. Işık dalgalarının görme organlarıyla da uyum içinde olması zorunludur. Güneş’ten gelen ışınlar gözümüzün tabakalarından geçip retina bölgesinde elektrik sinyaline dönüştürülür. Daha sonra bu elektrik sinyalleri insan beyninde görüntüyü algılamakla sorumlu olan görüntü merkezine ulaştırılır.
Bizim herhangi bir rengi gördüğümüzü ifade edebilmemiz için gerçekleşmesi gereken son bir aşama daha vardır. Renklerin oluşmasındaki son aşama görme merkezine gelen elektrik sinyallerinin, burada bulunan sinir hücreleri tarafından “renk” olarak algılanabilmesidir
İngiliz fizikçi Isaac Newton 1670′de güneş ışığını elmas bir prizmadan geçirerek, renkleri ayırmayı başarmıştır. Bir odayı kararttıktan sonra güneş ışığının ince bir delikten odaya girmesini sağlamış, bu ışığın önüne bir prizma koyarak parçalanış halini, tıpkı gökkuşağında olduğu gibi yedi rengi yukarıdan aşağıya doğru bir perdeye aksettirmeyi sağlamıştır.
Bu prizmadan yansıyan 7 renk olmakla birlikte aslında doğada sadece 3 ana renk vardır; kırmızı, sarı ve mavi. Diğer tüm renkler bu 3 ana rengin karışımı ile oluşur. Aslında siyah ve beyaz da ana renk değillerdir. Beyaz üç ana rengin belirli oranlarda karışımından ortaya çıkar. Siyah ise renklerin yokluğudur.
Renkler reklam ve pazarlama alanında da bolca kullanılır. Günümüzde hemen her renge yüklenen bir algı vardır. Aynı zamanda bu algıyı destekleyen fizyolojik değişimlerin de olması, hangisinin diğerinin sebebi veya sonucu olduğunu anlamamızı zorlaştırır.
Örneğin; kırmızı sıcak bir renk olarak algılanır ve öte yandan kan basıncı ve solunumu hızlandırır, insanları çabuk karar almaya teşvik edici etkisi vardır. Sarı gözü en çok yoran renktir, uzun süre maruz kalındığında metabolizmayı hızlandırır ve huzursuzluk yaratır. Yeşilin sinir sistemi üzerinde güven verici, sakinleştirici özelliği vardır. Beyaz bir yandan saflığı, temizliği sembolize ederken öte yandan ışığı en çok yansıttığı için ortamı serin tutar. Hemen her renkle ilgili bunun gibi algısal ve fiziksel etki örneklerini artırmak mümkündür.
Kur’an-ı Kerim’de de sıklıkla geçen renk konusu fiziksel anlamda büyük ölçüde anlaşılmış olmakla birlikte, canlıların beyninde, ruhunda oluşturduğu etkiler hala çözülmeye muhtaçtır. Öte yandan mucize deyince sihirbazlık benzeri şaşırtmalar beklentisinde olan insanoğlunun, Yüce Allah’ın baktığımız her yere yaydığı renklerin oluşmasının başlı başına en büyük mucizelerden biri olduğunu farkedememesi acı bir gerçektir.
*