Coşkun Yüksel / Demlik

Uyku yarım ölümdür demişler. O zaman uyanmak basübadelmevt.

Uykudan uyanınca bir bardak çayla hayatın başlaması ise İsrafil’in ölüleri dirilten suru olsa gerek.

Sabahın ilk anında, uykunun bitiminde çay içmek çok güzeldir, çok…

İnce belli cam bardağa demlikten çayın akışı, diğer demlikte kaynamakta olan suyun çay ile birleşimi, bardağın dışına taşan tavşan kanı çayın koyu kırmızı renginin kehribara benzeyişi bir görsel şölendir. İnsanın gözü nimetlenir. Bardakla mesafe azaldıkça çayın rayihası artar. Buharla beraber yükselir insana doğru. İnsanın burnu nimetlenir. Dokunan eli, tadan dili nimetlenir. Bir de kaşıktan yükselen ses geliyorsa senfoni tamamlanır. Beş duyunun beşi birden nimetlenmiştir. Bunun üzerine insan ruhunun okyanusa benzeyen gizemi de etkilenir. Eskilerin “temevvüç” dediği dalgalanmalar başlar. Şafak vaktinin kızıllığı dünyaya çökmüş karanlığı diğer tarafa yollamaktadır. Zihin açılmıştır. Aynadaki pas gibi görüntüyü bozan gönül kirliliği dağılmaktadır.

Bir bardak çay bu muazzam değişikliklerin tek sebebi olmayabilir. Ama görünen sebebi budur. Hatta gün boyu şapur şupur gerekli gereksiz ucuz ve kolay ikram aracı çay içmelerin asıl sebebi bu ilk çayın tadını ve lezzetini yeniden almak beklentisi olabilir. Oysa her duygu tek seferliktir. Tekrarlanamaz. Tekrar gibi gelen duygu asla aynısı olmaz. Eksik fazla farklı bir duygu yaşanmaktadır.

Çay demliğim acaba bu yüzden mi bana hep sevimli geliyor?

İçinde demlenen çayın hatırına mı ona bir ilgi ve muhabbet duymaktayım?

İki çelik demlik. Küçücük. Sadece tek kişilik çay demlenecek küçüklükte. Alttaki üsttekinden biraz daha büyücek. Ateşin kahrını çeken o. Su kaynayıncaya kadar üsttekinde çayın bitkisi ısı ve buharla gevşer, içinde sakladığı kimyasallar salınmaya başlar. Su kaynayınca çay ile buluşma vakti gelmiştir. Çay bu buluşmaya kendini hazırlamıştır. Alt demlik ateşin üstünde içindeki suyu kaynatmaya devam ederken üst demlik bir başkalaşım, bir değişim geçirmektedir. Rengini, kokusunu, içinde taşıdığı diğer hassalarını, tein veya kafein ne ise onları suyla birleştirir. Özleştirir. On dakika sonra yepyeni bir şeye dönüşmüştür.

Çay olmuştur.

İnsanın aklına Mevlevilerin yemeğe başlamadan önce yaptıkları duada geçen “yediklerim nuru iman olsun” cümlesi gelir. Öyle değil mi? Beslenmemiz ruhumuzun bineği olan bedenin varlığını sürdürüyor. Bir bakıma her besin ruhumuzu besleyen enerji kaynağı. Biz bu enerji ile yaptığımız eylemleri yapabiliyoruz. Her eylem ya iyilik ya kötülük olmak zorunda. Tercihimiz ve amacımız eylemin niteliğini belirliyor. Besin zinciri gibi bir de besin ve eylem zinciri var. Enerjimizin iman nuruna dönüşmesini dileyerek beslenmeye başlamak ne kadar derin ne kadar anlamlı bir başlangıçtır.

Benim küçücük çay demliğimde gördüğüm, ateşte yanma, kaynama, buharlaşma, içinde mevcut hassaları ortaya çıkarma, yepyeni bir şeye dönüşme, nihayetinde yarı ölümden hayata döndürecek bir kudrete ulaşma seyri sadece romantik bir anlam yükleme çabası mıdır?

İnsana bu ilhamı veren demliğin sevimli gelmesi neden tuhaf olsun?

Uzun yıllar boyunca insan ve eşya arasında kurulan ilişkinin kavgasını yaptık. “Eşyaya Tutunmuş İnsan ve Putperestlik” gibi çok iri başlıklar atılmış yazılar okuduk. İnsanın eşya düşkünlüğünü putperestliğe kadar götüren görüşlerin anaforuna kapıldık. “Herkes evindeki mobilya takımlarını sokağa atsa, kapitalizm çöker” cinsinden palavraların peşine takıldık. Ama zemin ve ortamın adeta doğal sonucuydu yaşananlar. Küçücük fakir evlerin içinde ev halkından hiç kimsenin girmesine izin verilmeyen misafir odaları olurdu. Misafir odalarında eşyanın en hası en göstermeye değer olanları sergilenirdi. Camlı kaba dolapların içine cıncık boncuk cam fincan kap kacak sıralanırdı. Gösteriş zannederdik. Belki yoksullaşmış soylu zenginlerin eski günlere dair özlemiydi bilemezdik. Eşya tutkunluğunu besleyen asıl itici gücün farkında değildik.

Aralıksız yüz elli yıl süren savaşların sonunda taş üstünde taş kalmamıştı. Sayısı belirsiz insan savaş kaybıydı. Aile bitmiş şehirler tarumar olmuştu. Sadece Sarıkamış’ta hiçbir mermi atmadan elinde silahıyla donup kalan doksan bin insanın yaşadığı facia bir toplumu bütünüyle değiştirmeye, dönüştürmeye, başkalaştırmaya bir halden başka bir hale geçirmeye yeterdi. O kadar çok kaybın içinde önemsiz ve sıradan bir şey gibi kaldı gitti. Son yıllarda hatırlanmaya çalışılıyor olması bile şaşırtıcı. Mehmet Akif eğer Çanakkale şiirini yazmasaydı biz bugün Çanakkale Boğazında iki yüz elli bin lise öğrencisinin düşmana göğsünü siper edip buradan geçemezsin dediği yiğitliği de hatırlamazdık. Kimdi o hatalı kararlı kararı veren komutanlar, kurmaylar, kimdi? Yemen çöllerinden eksi kırkı dereceye taşıdığı askerine destek sağlayamayan, dünya yıkılsa bu olacak demeyen, diyemeyen kimdi?

Bütün bunlardan haberdar olan bir insan yaz kış yanında palto taşımak gibi bir saplantıya duçar olmasın da ne yapsındı? Mesele sadece palto da değildi. Bir bardak çay için şekeri karıştıracak kaşık lazımdı. Kaşık kırılmış olsa bile saklanmalı, atılmamalıydı. İşe yarardı. İhtiyaç olurdu.

İhtimal ki eşya ve insan arasındaki saplantılı ilişkinin ana sebebi sadece ihtiyaç da değildir. Çünkü savaşta hezimete uğramış, güveneceği hiçbir sığınak kalmamış, enkaz arasında, virane sokaklarda, yıkık sundurmaların altında hayatta kalma mücadelesi verirken, hepsinden belalısı açlıkla mücadele ederken felaketin büyüğü arkadan gelmişti. Ellerindeki bütün eşya ve maddi imkânları alınmış bu toplum kalıntısının hafızasını silme işlemi başlatılmıştı. Ona aslında kim olduğu anlatılacaktı. Elbette kim olmadığı da. En etkili silah korkutmaktı. Korkutmak işin en kolay kısmıydı. Çok çabuk sonuç alındı. En müsait olanları seçildi, kısa bir eğitimden geçirilip diğerlerinin üstüne salındı. Ezdiler, saldırdılar, aşağıladılar. Bir taraftan adam öldürme yetkisi kullanıldı. Eğer doğruysa Uşak İstasyonunda sarıklı bir adam görününce Uşak’ı bombalayın emrinin verilmesi çarpıcı bir üst örnektir. Diğer taraftan kamusal alanda sahibinin sesini tekrarlamaktan başka hiçbir özelliği olmayan ruhbanlar tarafından kurulan egemenlikle herkese aslında ne olmadığını öğretme işlemi devam etti. Bu güruhun çok gülünç ama her tekrarladıklarında kendilerini önemseyişlerine payanda olacak söylemleri olurdu. “Ben gördüğümden başkasına inanmam, gördüğümün de yarısına inanırım” Aman ne büyük bir felsefe aman ne derin bir hikmet. Hani şu meşhur “her şeyden şüphe derim, şüphe ettiğimden şüphe etmem” sözünün yerli ve milli versiyonu.

Bütün bunlar da tek başına eşya ve insan arasındaki ilişkiyi açıklamaya yetecek şeyler değil.

Dünya değişiyor diye tekrarlanan o klişeye başvurarak diğer farklılaşmalarda göz önüne alınmalı mutlaka. Üretim şekli değiştikçe, tüketim alışkanlıkları da değişecekti. Tüketim alışkanlıkları davranış biçimlerini, davranış biçimleri değer hiyerarşisini değiştirecekti. Köylere -hatta şehirlere- su şebekesi elektrikten yıllarca sonra geldi. Elektrik ilk elden memleketin en ücra köşesine kadar devlet eliyle ulaştırıldı. Bizim Temelin tedavisinde kullanılması mizahın gerçeğe hizmet etmesine güzel bir örnektir. Elektrik her eve devlet eliyle girdi. Devlet güdümündeki sermaye eliyle batının üretip vazgeçtiği çöp elektrikli ev eşyaları yağdırılmaya başlandı.

Eşya ve insan arasındaki ilişki bir başka katmana taşınmış oldu böylece. Kızlar çeyizlerine bu eşyaları ister oldular. Delikanlılar başlık parasına bu masrafları da eklemek zorunda kaldılar. Kaçınılmaz olarak “bende var sende yok, benim neyim eksik bundan, ben buna değmez miyim” gibi cümlelere geldi iş.

İşi putperestliğe kadar ilerleten kavga dövüş burada başladı. Somutu aşamamış ilkel insan algısıyla kavga etmeye çalışırken eşya ile somut olanla kavga etmeye başladık. Eşeğe gücü yetmeyenin semeri dövmesi gibi. Şimdilerde, ben görmediğime inanmam diyerek somuttan öteye geçmemize izin vermeyenler biz aslında yokuz demeye başladı. İşin tuhafı bunun da diğeri gibi doldurulmuş öğretilmiş şartlandırılmış bir şey olduğunun farkında değiller. “Biz sizden farklıyız, sizden üstünüz, çünkü sizden farklı şeyler yiyor, giyiniyor, tüketiyoruz” demelerinin bir başka yolu olduğundan bihaberler.

Sonsuz ve sınırsız kudret sahibi kâinatı aklın gönlün hissin kuşatma anlama sınırlarının alamayacağı bir şekilde var etmiş. Var etmek ile başlıyorsa mesele, zıddı olan yokluğu düşünmekle başlamalı işe. Yokluğu düşünmenin bile imkansızlığını anlayabilirsek somut soyut, madde ruh, eşya insan gibi ayrımların aslında konuyu anlamak çabasından başka bir şey olmadığı ortaya çıkacak.

Bir eski eserde (1896 yılında basılmış, Mir’at-I Muhammediye ve Menâkıb-I Ahmediye adında, müellifi, Yusuf Ziya Bey) şu satırları okudum. 

[Peygamberin Terekesi (Bıraktığı eşyalar); Yüce gönüllü Peygamber ve cömertliğin karargâhı Rasûl sallallahu Teâlâ aleyhi vesellem Efendimiz Hazretlerinin üzüntü sebebi vefatlarının gerçekleştiği zaman iki Hire bürdesi (hırka)– iki Suhârî elbise – Umman izârı – bir Sehûl gömleği– Yemen cübbesi – ve biri hamîse, diğeri kadife, diğeri beyaz üç yün elbisesi birkaç parça takke – bir tabla (mezkûr tablanın içerisinde sakal tarağı, misvak, makas, sürmedan ve Peygamberin aynası vardı. Aynanın adı da Midleh ’ti. Ve Reyyân ve Muğis- adlarında iki su kâseleri olduğu gibi bir billurdan diğeri ağaçtan iki su bardakları daha vardı. Bu ağaçtan su kâsesinin üç yerinde gümüşten veya demirden bendleri ve bir halkası olup o halka ile duvara ve bir yere asılırdı. Mahdab adında taştan oyulmuş bir leğenleri, Sâdıra adında bir ibrikleri, Garrâ adında bir çanakları, dayanmak için bir âsâları, Urcûn adında Mıhsarası (bir tür değnek/baston), geceleri üzerinde gecelemek üzere bir palasları ve fıtır sadakasını ölçmek üzere bir ölçekleri (olduğu)]  

Bu satırlar tabiri caizse aklımı başımdan aldı. Su içtiği bardağa bir isim vermek nasıl bir şeydir? İnsan ve eşya arasında kurulacak ilişki veya madde ile mana arasında kurulacak köprü bu kadar üst bu derecede yukarda olabilir mi?

Çay demliğime duyduğum sevgiden beni utandıranlar yürüyün gidin artık sizinle işim olmaz.

O çay demliğimle neler yaşadım ben siz bilemezsiniz. Altı üstü bir demlik işte amma abarttın diyemezsiniz. Tahfif ve tezyif etmeye yeltenemezsiniz. Ne yazık ki bir isim vermem gerektiğini bilmiyordum.

Biz o çay demliğimle beraber sadece çay yapıp içmedik. Çok olaylar yaşadık çok. O korkunç deprem gecesinde ocağın üzerinden yere devrilip yan yatmış hâlindeki yaralı bir kuş edası deprem korkusunu bile bastırmıştı. Evi sel bastığında çamurlu suyun içinde çaresiz yüzüşü bir başka hüzündü. Defalarca tekrar eden ev taşıma kargaşasında önemsizliğini değersizliğini umursamaz bir tevekkül içinde diğer mutfak eşyalarının içine atılacağı koliyi beklerdi. Bir gün herkesi ve her şeyi arkamda bırakıp uzaklara gitmeye karar vermiştim. Arabanın bagajı arka koltuğu ıvır zıvır -yine lazım olur, yine eşya- ile doluydu. Ağır bir trafik kazasıydı. Üç takladan sonra kaplumbağa gibi tekerleri ters dönmüş arabadan sürünerek çıkarken otoyola saçılmış eşyaların arasında onu görmüştüm birinin kulpu tamamen kopmuş, diğeri koptu kopacak ağır yaralı bana bakıyordu.

Bütün bunları onunla paylaşırken hep yanımdaydı. Yalnızlığımı, hüznümü, kederimi çoğu zaman ona döktüm. O hep sessiz, dinledi. Bırakıp gitmedi.

*