Hayatın Merdivenleri / Ahmet Saim

Eşinin getirdiği kahve fincanın sapını bir süredir tuttuğunu aniden farketti. Küçücük zor tutulan kulp yavaş yavaş iri parmaklarının arasından kaymak üzereydi, kahvesinden sesli bir yudum çekti ve arkasına doğru yaslandı. 43 yıllık hayat arkadaşı –geçenlerde gelini hatırlatmasa kaç yıl olduğunu çoktan unutmuştu gerçi-  her öğleden sonra yaptığı gibi az şekerli kahvesini hazırlamış, sessizce önündeki sehpaya bırakmış ve “afiyet olsun bey” diyerek yine sessizce arkasını dönüp mutfağa gitmek üzere uzun koridora doğru seğirtmişti.

Adam bir kahve tepsisine, bir de plastik terliğinin gıcırtısı evdeki tüm sessizliği bozan karısının yürüyüşüne doğru yorgun bir bakış attı. “Yine tepsi almış” dedi içinden. Her çarşıya pazara çıktığında ya da bir yeri gezmeye gittiklerinde mutlaka farklı bir tepsi bulur alırdı karısı. Bazısı ahşap, bazısı gümüş, bazısı da plastik bir sürü tepsi. Özellikle de üzerinde resim olan tepsileri çok severdi, onlara ayrı özen gösterirdi. Kimisi çiçekleriyle konuşur ya hani, O da tepsilerine dokunur, onlara bakarak hayallere dalardı.

Arkasından bakarken uzun süredir artık onu hiç seyretmediğini düşündü birden. Evet bu koca evde sadece ikisi yaşadığından hergün birbirlerinden başkasını görmüyor ve çoğunlukla sadece birbirleriyle konuşuyorlardı fakat tarif et deseler neredeyse yüz hatlarını tarif edemeyeceğini farketti.

Oysa ilk tanıştıklarında bakmaya doyamazdı güzel karısının yüzüne. Görücü usulü evlenseler de hemencecik ısınmışlardı birbirlerine. Hayata, evliliğe, yuva kurmaya dair hiçbir tecrübeleri olmayan iki acemi yürek birbirine sarılmış ve hayatın koskoca dalgalarına karşı küçük bir kayık olup suyun üzerinde suyla birlikte hareket etmeyi başarmışlardı. Çok özlerdi karısını o zamanlar. Uzun yolculuklar yapması gerekti ve bu uzun hasret zamanlarında karısının güzel yüzünü aklına kazımak için evde olduğu kısa vakitlerde parmaklarını yüzünün her kıvrımında gezdirir ve bu anıyla uzun ve sessiz gecelerinde avunurdu. Hele o güldüğünde yanaklarında çıkan gamzeler.. Hep saçma sapan şeyler söyleyip güldürürdü onu sırf gamzeleri ortaya çıksın diye.

Oysa şimdi düşünüyordu da o gamzeleri görmeyeli asır geçmiş gibi hissetti. Sessiz evlerde zaten havada asılı olan hüzün geldi iyice içine çöreklendi. Bir ömrü geçirmişti. Hep çalışmış, hep uğraşmıştı. “Hayat kolay kazanılmazdı tabi” böyle derdi babası. “Çalışacaksın, hep çalışacaksın, aileni merte namerde muhtaç etmeyeceksin. Erkek adam karısına çocuğuna bakmak için elinden geleni yapmalı gerekirse sırtında taş taşımalı” derdi. Öyle de yapmıştı zaten. Babası onu evlendirirken sadece bir takım elbise alabilmiş ve eline de birkaç kuruş sıkıştırmıştı. Oysa kendisi hep çalışmış, günlerce aylarca ev yüzü görmeden ailesinin ekmeğini kazanmıştı. 2 tane aslanlar gibi evlat yetiştirmiş, okullar okutmuş ve davullu zurnalı düğünlerle anlı şanlı evlendirmişti.

Sahi çocukları şu anda ne yapıyordu acaba? Büyük epeydir aramıyor diye düşündü, “ama koskoca firmada muhasebe şefi oldu, bütün firmanın maaşı girdisi çıktısı ondan soruluyor şimdi ben nasıl aklına geleyim?” diye geçirdi içinden. Küçük de zaten eşiyle biraz problemliymiş, böyle söylemişti karısı geçenlerde. Zaten genelde çocukların haberini karısından duyardı. Hala babalarından çekinir, artık iyice seyrekleşen telefon aramalarında annelerine anlatırlardı olan biteni.

O da babasından görmediği sevgiyi çocuklarına verememiş, onları kucağına alıp öpüp koklayamamış, dizlerinde hoplatamamıştı. Yapamadığı birçok şey arasında en çok çocuklarının büyümesini izleyememiş olmak içine dokunuyordu. Ah ne çabuk geçmişti ömür, bir bu kadar daha yaşayamayacağı kesindi. Oysa doya doya yaşayamadığı gençlik yıllarına adım atmadan önce ne çok hayalleri vardı. Futbolcu olacaktı mesela ama büyük takımlarda değil semtinin takımının yıldızı olacaktı. Her golden sonra arkadaşlarına sarılacak, tribünlere koşacak, semtte gezerken herkes memnun bakışlarla onu selamlayacaktı.

Güzel de saz çalardı çocukken, dedesigiller geldiğinde “çal bakalım karaoğlan kulağımızın pası silinsin” dedi miydi ağzı kulaklarına varır uçar gibi gezinirdi parmakları sazın tellerinde.

Oysa bunların hepsi birer çocukluk hayali olarak kalakalmış ve hayat şartları onu çocukluktan gençliğe değil “adam”lığa geçirivermişti. Oturduğu sedirde bir bacağını altına doğru kıvırırken bu hayallerin uzaklığı içini burktu. Titreyen elleri biten kahvesinin fincanını tabağına yerleştirmeye çalışırken tepsideki resme takıldı gözleri. Altında da bir şiir vardı bir yerlerden tanıdık gelen. Gözpınarları uzun süre önce kurumamış olsa elbet birkaç damla akıtırlardı ama o bir resme bir de altındaki şiire baktı ve derin bir iç çekti. Buna da şükür dedi, buna da şükür…

Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden

Eteklerinde gümüş rengi bir yığın yaprak

Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak

Ahmet Haşim

Ahmet Saim