Geçtiğimiz günlerde Siyaset meydanında bir “Şili” ve “Şile” meselesi geçti. Bir siyasi sözcü Şili menşeli bir filme atıfta bulunarak tezini güçlendirmeye çalıştı. Diğeri cevaben “Şili’yi bırak Şile’ye git” dedi. Çok üstünde durulmadı, politikanın hızla değişen sabun köpüğü ile kaplı zemininden hızla kaybolup gitti. Oysa bu mesele özünde çok temel bir ayrışmaya işaret etmekteydi.
Batılılaşma bu coğrafyanın kanlı tarihinin en temel ayrışma noktasıdır. Çoğu zaman farklı isimlerle arzı endam etse de her biri aynı kaynaktan beslendiği için hepsinin çıkış kapısıdır batılılaşma. “Sosyalizm” “Liberalizm” “Kemalizm” “Faşizm” “Komünizm” ve benzeri ideolojik tarifler sonuna “izm” eki getirilerek türetilmiş bütün kavramlar batılılaşmayı imler. Hatta tuhaf bir şekilde bu kavramların zıddı olanlar da aynı kaynaktan gelir. Pantürkizim, Panislamizim gibi mahiyeti malum hakikati meçhul kavramların kaynağı da aynı yerdir. Hatta daha da tuhafı bu ayrışmada taraflar her ne kadar birbirine karşıtmış gibi görünse de kendini “anti-sosyalist” “anti-komünist” “anti-Kemalist” “anti-liberalist” şeklinde tarif etse de bu karşıtların da ana kaynağı batılılaşmadır.
Günlük hayatımız, yediklerimiz içtiklerimiz, yeme ve içme şeklimiz, kılığımız kıyafetimiz, kendimize mahsus zannettiğimiz jargonumuz, saç şeklimiz, bıyık tarzımız, ayakkabımız ve benzeri ne varsa hepsine “yaşam tarzı” diyerek kutsallaştırışımız da batı menşelidir.
Dünya görüşümüzü siyasi örgütlenmemize omurga yapıp onun üzerinden devleti ele geçirmeye çalışmamız, buradan bize benzemeyenleri adam etme gücünü elde etmeye dair ütopyamız da batının zerkettiği bir zehirdir.
Batının kabul etmek zorunda olduğumuz evrensel değerlerini anlamak yerine batıyı taklit etme kolaycılığına kaçtığımız için bu bataklığın içine düştük. Bu taklit bizi kimliksizleştirdi. Batıyı taklit ederek yeni bir kimlik elde edebileceğimizi zannettik. Var olan kimlik gitti yerine yenisi ibka edilemedi. Böylece yoz, aslı astarı yok, nevzuhur, dünü olmayan dünü olmadığı için yarını da olmayan bireylere, kimliksiz bireylerden oluşmuş kitlelere dönüştük.
Bir Avrupa ülkesiydik. Avrupa kıtasında hatırı sayılır miktarda toprağımız, yoğun nüfusumuz vardı. Ama kültürel kökenimiz itibariyle Avrupalı değildik. Hadi biz orta Asya’dan geldiğimiz için Avrupalı sayılmıyorduk. Peki, Boşnakların, Slav ırkından olan ve Pomak denilen Müslüman olmuş Bulgarların, Latin ırkından Girit Adası Ahalisinin, Arnavutların doğma büyüme Avrupalı oldukları hâlde günahları neydi?
Kimliksiz kitlelere dönüşmenin en keskin yüzü sanatçılarda kültür adamlarında oldu. Kendi sivil halkına ağır silahlarla ateş açmaktan çekinmeyen gözü dönmüşler üreten kimliksizlik eli kalem tutan kesimde yakma yıkma ses ve radyasyon yayan etkisiyle bir nükleer kitle imha silahına dönüştü. Arjantinli şairler, Şilili sanatçılar, Yunanlı Müzisyenler, Fransız ressamlar, İngiliz tiyatro yazarları, Amerikan dansçılar, Portekizli ağıt yakanlar, Rus Romancılar, Alman besteciler ve daha kimler ve kimler hep dosttu. Büyüktü. Zirveydi. Hayranlık sebebiydi. Adını bilmek ayrıcalıktı. Şiirlerinden dize okumak entelektüel olmanın belgesiydi.
Ama Urfalı Türkücü düşmandı. Yuh çekilmesi gereken aşağılıktı. Sakallı iğrençti. Kıyafeti farklı olan tehditti. Onlardan ne kadar uzak durulur ne kadar farklı yaşanır, değerlerine ne kadar küfür edilirse o kadar kendini gerçekleştirme şansı olurdu.
Bu düzlemde Şile’nin Şili’ye kafiye olmasından başka özelliği yok. Çünkü sömürgecilerin, kültür emperyalistlerinin işbirlikçisi, gönüllü kölesi, kamçısı olmak veya olmamaktı bütün mesele.
Pablo Neruda’yı bilmenin ne mahzuru olabilir? Ama “Suzi’yi” bilmemek gerçekten mesele. Sanatın özgür ve bağımsız kanatlarıyla ancak kültürel kimliğimizi kazanabiliriz. Kültürel kimliğimizi bulmadan siyasi bağımsızlıktan bahsetmek gülünç bir papağan tekerlemesi olmaktan öteye geçmeyecektir.
Ahenk Dergisinin 51. Sayısı, bu ütopya ile çıktı. Meraklısı için “Suzi” hakkında bir nebze malumat da olacak.
Editör