“Seyyah”, malûm, “çok seyahat eden” demek. Eskiden “turist” yerine kullanılırdı bu kelime. “Meddah” ise lügatte “(mübalâğa ile) çok çok metheden, sena eden; taklitli hikâyelerle halkı eğlendiren hikâyeci” anlamına geliyor. Faaliyet olarak değilse de isim olarak bunun radyo, TV, bilgisayar dönemlerinden; hattâ kitaplı (en azından az çok kitap okunan) zamanlardan önce “medya” işlevi gören bir meslek erbabı anlamına geldiğini biliyoruz.
Dinleyici / seyirci nezdine itibar kazanmak, kendini beğendirmek mesleğin lokomotifi. Bu anlatım tekniğinin temelinde mübalağa, hem de hayal g

ücü sınırlarını zorlama derecesinde mübalağa olduğunda şüphe yok. Daha hafif bir tespitle meddah hikâyelerinin gerçeğe uygun olmak mecburiyeti olmadığı da söylenebilir.
Bu günün çok satan kitapları da bu özellikten soyutlanmış değil aslında. Sanki dünkülerde böyle bir mecburiyet var mıydı? Alın romanın ağababası sayılan Don Kişot’u; nasıl bir gerçeklikten bahsedebiliriz ki? Adı ne kadar “realist
” olursa olsun, her roman bir kurgu değil midir? Yazar kendi hayal dünyasında bir olaylar dizisi kurar ve sanki gerçekmiş gibi, baştan sona kadar kendisi orada hazırmış, her şeyi görmüş, duymuş; hattâ insanların zihinlerini, hafızalarını bile okumuş gibi; gerektiğine tayy-ı zaman ve mekân edebiliyormuş gibi anlatır gider işte.
Bir de herkesin taklidini yapıp alay ederek, eğlenerek, bu arada kendi haysiyetini de yok veya anlamsız sayarak şaklabanlıklarla, bir kısım insanların ilgisini çekmeyi başarmış birileri var ki; “sanatçı” sayılmaları bir yana, o ilgiyi siyasi çıkar için kullanabileceğini zanneden zavallılar var ki, lâfını etmeye bile değmez.
Peki, niye böyle?
Başka ne sebebi olabilir ki? Demek ki insanlar kendilerine yalan söylenmesinden hoşlanıyor, hatta istiyor, arıyor. Böyle olmasa nasıl bu kadar yaygın olabilir? Gerçi bu, hedef kitlenin asıl maksadı değil; bu maksadın gerçekleşmesi için lâzım olan bir özellik. İnsanı bu alana yönlendiren, çeken asıl faktör “tecessüs”, yâni merak olsa gerektir; bilmediği, görmediği, tanımadığı insanları, coğrafyaları tanımak, bilmek ister. Gidemeyeceği, ulaşamayacağı zamanlarda ve mekânlarda neler olup bittiğini, insanların neler yaşayıp neler hissettiklerini öğrenmek ister. Bilimsel bir merak değildir bu; kendisi için yeni olan bir şeyler öğrenirken duygularının da uyarılmasını, öğrendiklerinin kendini kâh güldürmesini, kâh ağlatmasını arzu eder.
Birileri “ya, işte bunun için ben roman falan okumam” mı dedi? İnsanları ekran başına bağlayıp iki satır ahbap sohbetini haram eden TV dizileri farklı mı yâni?
Gene de “bir şeyler” yazan, yazıyla anlatan yazarlarda bir miktar gerçekçilik, daha doğrusu gerçekmiş gibi gösterme gayreti vardır. Bunun da ilgiyi pekiştirmek adına yapıldığından şüphe yoktur. Anlatılanların gerçekle ilişkisi yazarla okuyan arasında bir sır gibidir; ne okuyan “hadi canım sen de, hiç de inandırıcı değil” diye bir itirazda bulunur, ne de yazar “nasıl yutturdum ama size” gibi bir havaya girer. Kısacası okuyucu adeta “anlat anlat, yalan da olsa hoşuma gidiyor” demekte, yazar da “emriniz olur efendim, siz benim velinimetimsiniz” diye cevap vermektedir.
Bir de “kör kör parmağım gözüne” dercesine düpedüz abartan, yazarken kendi hayal gücünden başka sınır tanımayan; kısacası tam bir meddah gibi yazan hikâye-perdazlar vardır.
Bizde bunun çok bilinen bir örneği Evliya Çelebi’dir.
1611-1682 yılları arasında yaşamış Evliya Çelebi. Asıl mesleği sipahilik olmakla beraber, katıldığı birçok savaşın dışında hayatı daha çok seyahatle geçmiş ve arkasında 10 ciltlik dev bir eser, “Seyahatname” yi bırakmış. 400 yıl önce yaşamış atalarımız hakkında pek çok şey öğrenebiliyoruz bu Seyahatnameden. Mekânlar, yerleşim bölgelerinin o günkü isimleri, özellikleri, nüfusları, ekonomik, askeri ve idari durumları, hatta tarihleri ve benzeri pek çok bilgimiz bu seyahatnameye dayanıyor.
Kitabın adı “seyahatname” olsa da, yazar bunu gerçekten anlattığı yerleri gezerek görerek yazdığı halde, gerçeklerden çok tevatürlerle ilgilenip en çok da onları naklettiği için ortadaki metin teknik olarak meddah hikâyesinden ibaret gibi görünmektedir. Yani Çelebi’nin tahkiye (hikâye etme, anlatma) yeteneği hayranlık uyandıracak kadar olağanın çok üstünde olduğu halde bunların gerçekle bağlantısı son derecede zayıftır.
Her şeyden önce onda “miş” ile ile biten cümle pek bulunmaz. Anlattığı her şeyi bizzat görmüş, işitmiş ve yaşamış gibi anlatır. Bu bakımdan zamandan bağımsız bir anlatım yolu tutturmuştur. Meşhur bir “Erzurumlu Kedi” meselesi vardır:
Hattâ efvâh-ı nâsda (halk ağzında) darb-ı meseldir (atasözü gibidir) kim bir dervişe “Kanden (nerden) gelirsin?”, derler? “Berf (kar) rahmetinden gelirim”, der. “Ol ne diyârdır?”, derler; soğukdan “Ere zulüm” olan Erzurûm’dur, der. “Anda yaz olduğuna râst geldin mi”, derler? Derviş eydür (der ki): “Vallahi on bir ay yigirmi dokuz gün sâkin oldum (oturdum), cümle halkı yaz gelir derler, ammâ görmedim”, der. Hatta bir kerre bir kedi bir damdan bir dama pertâb ederken (atlarken) mu‘allakda (boşlukta) donup kalır. Sekiz aydan Nevrûz-ı Harzemşâhî geldikde mezkûr kedinin donu çözülüp mırnav deyüp yere düşer. Meşhûr latîfe-i (şaka, fıkra) darb-ı meseldir. Ammâ hakîkatü’l-hâl bir âdemin eli yaş iken bir demir pâresine yapışsa derhâl müncemid olup (donup) elinden demir ve demirden eli ayrılmak ihtimali yokdur. Âhenden (demirden) eli bin âh-ı serd ile halâs ederse (kurtarırsa) eli ayasının sehl (yumuşak) derisi âhiyle âhende kalır. Bu şiddet-i şitâyı (kış şiddetini) diyâr-ı Azak’da ve Deşt-i Kıpçak’da (Kıpçak Çölünde) erba‘în ve zemherîr geçirdik, böyle keskin kış görmedik.
Şimdi “ne var ki bunda, adamcağız bunun bir latife (fıkra) olduğunu açıkça belirtmiş işte” diyebilirsiniz. Öyleyse buyurun, Viyana’da şahit olduğu bir beyin ameliyatının hikâyesi:
Der-beyân-ı kemâl-i cerâhat-ı üstâdân
(Ülke kralının bir yakını yaralıdır ve tedavi çaresi bulunamamıştır.)
Bu mecrûh (yaralı) kefere ne ölür ne ilâçpezîr olur (ilâçlardan fayda görür). Âhırı (sonunda) kâr kral eydir (der ki): “Benim ecdâdlarımın dâr-ı şifâlarında bu kadar vazîfe-i mu’ayyene yer cerrâh-ı kâmiller ve fassâd-ı âmiller var. Elbette benim bu akrabâma bir dâ-i devâ etsinler, yohsa cümlesini kat-ı erzâk ederim”, dedikte İstifani deyrinin cerrâhbaşısı ilac edecek olduğun hakîr (ben) istimâ’ edüp (işitip) cerrâhbaşıya varup hüsn-i ülfet etdikte ol ân mecrûh kefereyi getirüp bir çârpâlı serîr-i harîr üzre darîr-misâl a’mâ gibi yatırdılar, ammâ başı Adana kabağı gibi cümle şişmiş.
Hemân hekîmbaşı cümle kefereleri taşra kovup bir hüddâmı ve hakîr (ben) ile bir ıssı câmlı odada kalup hemân mecrûha bir filcân za’ferân (safran) gibi bir su içirüp kefere kendüden geçüp mest-i medhûş olunca oda içre bir mankal âteş yakup bir köşede kodu ve hemân ol ân mecrûhun vücûdun hekîmin hüddâmı kucağına alup cerrâh mecrûhun başına kelle-pûş kenârı olan yerin etrâfına bir diz bağı gibi bir tasma kayış bağlayup bir keskin usturayı eline alup herîf-i mecrûhun önüne cerrâhbaşı oturup herîfin alnının derisin iki kulaklarına varınca başının derisin çizüp sağ kulağı yanından deriyi sehel yüzüp kafâ kemiği bembeyâz nümâyân olup (görünüp) zerre kadar bir katre kan akıtmadı.
Hemân cerrâh mecrûhun kulağından ileri şakak ta’bîr etdikleri yerden kafânın en yerinden kafâyı sehel delüp bir demir mengane sokup menganenin burmasın burdukça herîfin kellesi tâ şu derisi çizilen yerden kelle-pûş kadar kafâsı kalkmağa başlayup herîf-i mecrûh sehel hareket etdi.
Andan yine menganeyi burdukça herîfin kellesi kabağı bi-emrillâhi te’âlâ kellenin diş diş kined yerlerinden açılup kelle içinde beyni enseden tarafa nümâyân olup kellenin içi kulaklar mâbeynine dek sulu kan ve sümük gibi ba’zı ahlât ile memlû olup beyni yanında tüfeng kurşumu kâğızıyle durur. Meğer beş dirhem çakmaklı tüfeng kurşumu imiş, beyninin zarı yanında durup kırmızı kan ile mülemma’ olup durur. Hemân üstâd-ı kâmil cerrâh hakîre eydir:
“Gel bak gör bu benî âdemün bir nân-pâre içün hâl-i diyergûnunu”, dedikde hakîr dahi ilerice vardıkda ağzıma ve burnuma koyun makremesin koyup mecrûh herîfin kellesi içine nazar etdim. Azamet-i Hudâ garîp insânın beynisi kafâ içinde gûyâ tavuk yumurtasından yavrusu henüz çıkmış gibi bir kuş yavrusu gibi büzülmüş başı ve gözleri ve burnu ve kanatları ile büzülmüş durur, ammâ üzerinde bir kalaın deriden zarfı, ya’nî bir beyâz zarı var. Cerrâhbaşı hakîrin ağzına makrameyi koyup kafâ içine baktığımdan eytdi:
“Niçün ağzını ve burnunu makrame ile kapayup bakarsın”, dedikde hakîr eyitdim:
“Belki bakarken yâ aksıram yâ öksürüp nefes alup verirken herîfin kellesi içre rûzgâr girmesin deyü ağzım ve burnum kapadım”, dedikde cerrâh eydir:
“Âferîm sad bârekallâh işte sen bu ilme mukayyed olsan üstâd-ı kâmil cerrâh olurdun ve imâ’n-ı nazar ile takayyüd edüp bakdığından bildim ki bu dünyâda çok şey görmüşsün”, deyüp hemân acele ile mecrûh herîfin beynisi yanından bir çifte ile kurşumu alup bir sarı sünger gibi şey ile kurşumun bu kadar zamândan berü durduğu yerdeki uyuşuk kanları ve sarı sulu ahlâtları cümle sünger ile alup süngeri şarâp ile yaykayup yine kafâ içini ve beyni etrâfların pâk ü pâkîze silüp hemân yine acele ile kafâyı yerine koyup depesinden ve çenesi altından yassı kayışlarla muhkem sarup meydân-ı mahabbete bir kutu getirüp kodu.
O dakika hizmetkârı meydana bir kutu getirdi. Kutunun içinde iri karıncalar vardı… Bunlardan birini demir çifteyle (cımbız) alıp herifin kafa derisinin kesilen yerine yaklaştırınca aç karınca bir yerden iki deriyi birden ısırdı.
O an cerrah karıncayı belinden makasla kesti ve karıncanın başı iki deri kenarını ısırakaldı… Öyle öyle ekleyip bir kulaktan bir kulağa seksen karıncayı ısırtıp kesti.
Sonra yarayı merhemledi. Bu hakir, yedi gün gelip gidip adamı seyreyledim.
Sekizinci günde herif iyileşip biraz hareket etmeye başladı. On beşinci gün kralın huzuruna götürdüler.”
M. Cahid Hocaoğlu