Dertli: Hocam, şu ayran meselesine bir tevcih-i pertavsız eylesek nasıl olur ?
Galesiz: Ne ayranı, ne pertavsızı Dertli ?
D: Hani “bu yoğurt daha çok su götürür” demiştik ya
G: Eee ?
D: İşte bugün bu konuya öncelik versek diyorum
G: Madem önemsiyorsun, verdik gitti; buyur
D: Buyurun var olsun hocam; daha sonra bu konudaki başka bir deyimi hatırladım
G: Hangi deyim ?
D: Aktır benizi, götürür denizi !
G: Yâni ?
D: Yani ayrana eklenecek suyun miktarını rengine göre değil de tadına göre belirlemek gerekir diye düşünüyorum
G: Yâni bu “Osmanlıca meselesini tadında bırakalım” diyorsun
D: Evet, öyle demek istiyorum
G: Bıraktık gitti; hadi bana eyvallah
D: Dur hocam dur; bi dakka, nereye gidiyorsun ?
G: Yeni bir sohbet arkadaşı aramaya
D: Bu da nerden çıktı hocam, teessüf ederim yâni; “ne kötülük gördün benden ?”
G: Baksana kardeşim, daha doğrusu hatırlasana; ben kapatma savaşı verirken her seferinde sen tekrar tekrar açtın; şimdi de …
D: Tamam hocam, kızma; kesin haklısın, itiraf ediyorum, kabul ediyorum, ayranı sulandıran benim, sen değilsin
G: Eee, tadında bırakma işini niye bana yıkıyorsun öyleyse ?
D: Beraber karar verelim ve uygulayalım diye
G: Tamam işte, ben de bıraktık gitti diyorum
D: Ufak bir meselemiz var ama
G: Neymiş ?
D: Son bir iki nokta var …
G: Al işte, gene başladı; kusura bakma ama sen gayri kabili imtizaç bir adamsın Dertli !
D: Haklı olabilirsin ama …
G: Eee ?
D: Aramızdaki imtizacı idame ettiren sensin, ben değilim ki …
G: Bak hele bak !
D: Neye bakayım ?
G: Yağa bak yağa !
D: Şakirdin ilk vazifesi ustasına yağ çekmektir hocam !
G: Bari bunu uygulasaydın da böyle açığa vurmasaydın
D: Mecbur ettin hocam
G: Peki, şu son bir iki nokta ile bu iş hakikaten bitecek mi ?
D: Söz hocam, kesin söz; hem bu noktaların ele alınmayı zorlayan ortak bir özelliği var
G: Neymiş peki ?
D: Bunlar hep senin öne sürüp de teferruatına girmediğin noktalar
G: Bak şimdi, hem suçu bana yıktın, hem de sonunda beni meraklandırmayı başardın, buyur bakalım; ama sözünü de unutma
D: Birincisi “ihanet” meselesi
G: Nasıl yani ?
D: Demiştik ki, daha doğrusu demiştiniz ki : “yeni rejimin maksadı ihanet değildi”
G: Hayır, öyle demedim; “alfabe değişikliğinin tek sebebi ihanet değildi” dedim; daha doğrusu “böyle düşünmekten vaz geçmeliyiz” dedim.
D: Ve diğer sebepleri sayıp döktük, tamam; benim merak ettiğim ihanetin bu işlerde ne kadar belirleyici rol oynadığı
G: Bunu kim bilebilir ki; neticede 80-90 sene önce olup bitmiş işlerin niyet safhası bu. Biz bilirsek sadece hadiseleri ve neticelerini bilebiliriz.
D: Peki o zaman, bu işler neticeleri bakımından ihanet değil midir ?
G: Hayır değildir; çünkü asıl ihanetin ayakları, edevatlarıdır
D: O zaman şu “asıl ihanet” in de adını koyalım
G: Asıl ihanet milleti dininden koparmaktır
D: Hay ceddine rahmet; bunu baştan beri niye söylemedin ki ?
G: Sormadın ki !
D: Nasıl sormalıydım ki ?
G: Orasını bilemem; bu ifadeyi kullanmamı gerektiren bir şey sormadın demek ki
D: Tamam öyleyse, şimdi soruyorum; milleti dininden koparmanın gerekçesi neydi ?
G: Orda dur Dertli ! Bu sahaya beni asla çekemezsin!
D: O niye ?
G: Bu gerekçeleri saymaya başlarsam bu sefer de o ihanet zihniyetini savunuyorum sanmaya başlarsın çünkü
D: Tamam hocam, madem bu Osmanlıca konusunu kapatma kararı aldık, kısa tutma adına ısrar etmeyeceğim. Gelelim ikinci noktaya …
G: Gel bakalım
D: Alfabe değişikliğini gerekli kılan ihtiyaçları uzun uzun konuştuk, ama bunların sahiplerini konuşmadık.
G: Sahipleri derken ?
D: Yâni bu ihtiyaçları kimler duymuş, kimler dile getirmiş ?
G: Bu sorunun cevabını bildiğini sanıyorum ama gene de cevaplamaya çalışayım. Her şeyden önce Osmanlı toplumunun okur-yazar oranı çok düşüktü. Okur yazarların hepsinin de ‘ilerici’ fikirlere sahip olmasını bekleyemeyiz. Avrupa’da uygulanan usul ve metotları bilip kıyas yapmadan böyle düşünceler üretmenin zorluğu da var. Neticede ihtiyaç sahiplerinin çok dar bir elit zümre olduğunu söyliyebiliriz.
D: Sonuçta “dev(i)rim” oligarşik bir tabana sahip demektir
G: Bütün devrimler gibi !
D: Peki ama … Hayır, hayır vazgeçtim; devrim konusuna da girmemeliyiz, değil mi ?
G: Evet Dertli, haklısın
D: Gene de bu sorudan bir “alt soru” çıkarmak zorundayım Hocam, affınıza sığınarak
G: Buyur bakalım
D: Bu “elit zümre” bu memlekete ne kadar büyük zararlar vermiş hocam ! Neden acaba ?
G: Bu “neden” sorusunun cevabı da kırmızı alana girer; iyisi mi soru’nu geri al. Ama o zararların Osmanlıca sahasına giren bir yönü var ki, konuşabiliriz.
D: Dinliyorum hocam
G: Osmanlıcayı zorlaştıran da onlar aslında
D: Nasıl yani, çok kullanarak mı zorlaştırmışlar ?
G: Hayır, kötü niyetle kullanarak
D: Bir dili kötü niyetle kullanmak nasıl bir şey hocam, yâni nasıl bir kötü niyet ?
G: Malûmatfuruşluk; yâni ne kadar bilgili olduğunu gösterme, ispatlama sevdası
D: Galiba anladım, çok bilinmeyen kelimelere itibar, lügat köşelerinden kelime devşirme; kısacası lügat paralama, değil mi ?
G: Dahası var !
D: Nedir ?
G: Lügatlarda bulunmayan yeni kelimeler üretme, türetme
D: E, pes doğrusu !
G: Ya, bir de TDYK’ya kızarsın
D: Hocam burdan bir acı gerçek daha çıkar
G: Nedir ?
D: Bunlarda topluma saygı, toplum tarafından anlaşılma kaygısı da yok galiba
G: Tabii olmaz, o zamanlar “reyting” diye bir şey yokmuş, en azından şimdiki anlamıyla
D: Tamam hocam, bunu da dallandırmadan bir sonraki noktayı arz ediyorum
G: Can kulağıyla dinliyorum Dertli
D: “İptidaî talebesi kendi ders kitaplarını okuyabildiğine göre ‘Osmanlıca zordur’ demek büyük hatadır” demiştik
G: Evet, demiştik
D: Hattâ böyle düşünenlere kendi edep sınırlarımıza da zorlayarak amiyane bir sıfat vermiştik
G: Evet, doğru
D: Osmanlının son yüzyılından kalma edebî eserleri günümüze kazandırmaya çalışan bazı dostlarım var
G: Çok iyi, bu konuları asıl onlara danışmak lâzım
D: Bu “zor değildir, kolaydır” görüşü pek onların görüşüne uymuyor
G: Uymaz tabii
D: Peki hangisi doğru ?
G: İkisi de doğru
D: İki zıt görüş aynı anda nasıl doğru olur ?
G: Farklı açılardan, farklı irtifalardan bakılınca pekâlâ olur
D: Yani onlarla bizim bakış açılarımız mı farklı ?
G: Hayır, bizim “kolaydır” derken verdiğimiz örnek farklı
D: Hocam, bunu birazcık aç lütfen
G: Dertli, her okuduğunu anlıyor musun ?
D: Eh, sayılır
G: Peki, felsefe okudun mu ? Meselâ Hegel, Kant, Nietzche ?
D: Açıkçası bu sahada pek bir iddiam yok
G: Okuma yazma ve aritmetik bilen biri mühendislik kitaplarını okuyup anlayabilir mi ?
D: Önce lise tahsili lazım
G: İptidai ders kitabı okumakla edebî eser okumayı nasıl mukayese edebiliyorsun peki ?
D: İnşallah anladım hocam; demek ki ‘Osmanlıca kolaydır, aksini söyleyen eblehtir” sözü, Osmanlıca edebî bir eseri okuyup bu güne aktarabilenleri kapsamıyor
G: Öyle, çünkü en az iki ayrı Osmanlıca’dan söz ediyoruz, okul kitabı Osmanlıcası ve edebî eser Osmanlıcası.
D: Zaten bu durum bu gün de böyle; tahsili ilk mektep olan biri yüksek edebi eserlerden ne anlar ?
G: Çok okuyup kendini yetiştirmedikçe
D: Yani kişinin neyi okuyabildiği değil, neyi anlayabildiği önemlidir, değil mi ?
G: Elbette öyledir. Bu, iki farklı durumu terazinin iki kefesine koyup kabil-i kıyas göstermek ancak günümüzün dalaşma kafasıyla mümkün olur; bir kavramı iki ayrı açıdan ele alıp bir tarafın görüşüyle ötekini çürütmeye kalkışmak
D: Teşekkür ederim hocam, buldun garibi, vur bakalım
G: Vurmuyorum, savunma yapmaya çalışıyorum
D: Peki, öyle olsun
G: Zaten o esnada kastettiğimiz kişiler millî kültüre hizmet etmeye çalışanlar değil, Osmanlıca eğitimine karşı çıkanlardı
D: Hocam, kapatırken “elit zümre” zihniyetine bir örnek olarak çok meşhur bir beyt’i tekrarlamak istiyorum
G: Ne demek, buyur
D: Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm
Dolaştım mülk-i İslâmı bütün virâneler gördüm.
G: Evet, koskoca Ziya Paşa bile böyle derse gerisi ne yapsın, değil mi ?
D: Evet, nasıl ihanet etmesin ?!
Bahri Akçoral
Emanetler ve İhanetler IX
