İlkbahar basübadelmevttir.
Kış gelince ağaçlar yapraklarını döker, kupkuru dallarıyla çıplak kalır. Otlar, çiçekler ve diğer yer bitkileri tamamen yok olur. Bir de bembeyaz kar kapladı mı yeryüzünü, kış ölüm gibidir artık. Bahar gelince bütün tabiat adeta ölüm uykusundan uyanır, kıpırdanmaya başlar. Yapraklar göverir. Çiçekler açar. Sular coşar. Hava ısınır. Cemreler düşmeye başlar. Havaya, toprağa ve suya. Böyle mevsim geçişleri olmayan coğrafyalar çok şanssızdır. Sene boyunca kış, yıl boyunca yaz olan yerler baharı bilmez. Ne sonbaharın, ölüme benzer kışın habercisi oluşunun hüznünü bilirler ne de baharın bir diriliş muştusuna benzeyen, gönle şetaret veren canlılığını.
Anadolu dört mevsimi de bütün haşmetiyle yaşayan müstesna yerlerden biridir. Belki bu yüzden dünya tarihinin akışını değiştiren tarım devrimi bu topraklarda olmuştur. Belki bu yüzden tohum çeşitliliği bakımından dünyanın ender yerlerinden biridir.
Anadolu’da baharın şiddeti farklı bölgelerde farklı hissedilir. Kışın daha şiddetli geçtiği doğu bölgelerinde bahar daha gümrah gelir. Ama iklimin daha ılıman olduğu batı bölgelerinden, hele İstanbul’da daha görkemlidir bahar mevsimi. Küçük ahşap evlerin, küçük bahçelerinde pembenin, morun en latif tonuyla açan erguvanlar boynunu sokağa uzatır. Sokakları, gelip geçen insanlara bir misafirperverlik gösterir gibi güzelleştirir.
Şair, “hiç kasır suretinde gördün mü nev-baharı” sorusunu 1720 yıllarında sormuştu. Taştan, ahşap malzemeden yapılmış bir binayı ilkbaharla eşleştirebilmesi olağanüstüydü. Gerçi o şair gerçekten bir söz ustasıydı. Buna benzer sorularla memleketin en üst noktasındaki padişahın, onun vekili sadrazamın ve bunların etrafındaki devlet büyüklerinin hayranlığını kazanmıştı. Mesela, bir başka şiirinde; “Sen yine bir nev-niyaz aşık mı peyda eyledin / Kûyine yer yer dökülmüş âb-rular vardı” sorusu da çarpıcıydı. Belki gerçek belki muhayyel bir güzele, “yoluna dökülmüş yüz suları vardı/ yeni bir aşık mı edindin” diye sorması, taşların köşke dönüşmesi gibi sözcüklerin mimarisinden bir saray inşa etmeye benziyordu.
Çünkü ortam müsaitti.
Savaşlardan yorulmuş, genişlemiş topraklarını korumakta zorlanmaya başlamış devlet, Pasarofça anlaşmasını imzalamıştı. Venedik ve Avusturya ile yapılan bu antlaşma ile ilk defa toprak kaybediyordu. Fakat savaşmadan geçecek bir kaç yıla ihtiyaç vardı. Ordunun toparlanması, maliyenin düzelmesi için bir soluklanmaya. Olmadı. Venedikliler anlaşmaya uymadı. Mora’yı işgal etti. Savaş tekrar başladı. Zafer peşinde koşan sadrazamlar savaşmaktan geri durmadı. Zaferler ve hezimetler peş peşe geldi. Sultan Üçüncü Ahmet, nihayet sorunları savaşla değil diplomasi ile çözmekten yana bir sadrazam buldu. Nevşehirli İbrahim Paşa. Aynı zamanda saraya damat olarak unvanını Nevşehirli Damat İbrahim Paşa şeklinde pekiştirdi.
Soluklanan devlet, elindeki tüm imkanlarla imar işine girişti. O güne kadar görülmemiş saraylar, köşkler, kasırlar, kaşaneler, çeşmeler, camiler, medreseler, şifa-haneler yapılmaya başlandı. Haliç’e akan Kağıthane deresi ıslah edildi. Üzerinde yapay şelaleler oluşturuldu. Cetvel-i simin dedikleri kanallar açıldı. Üzerlerine köşkler inşa edildi. Taşa can, ağaca hareket veriyorlardı. Görenlerin aklını başından alacak derecede şaşaalı, güzel saraylar yapıldı. Sarayların bahçelerinde envai çeşit çiçekler yetiştirdiler. En baskını, çeşitli renkleriyle göz alan lalelerdi. Bu imara paralel, zevk ve sefa kelimelerinin başlığı altında derdest edilen bir hayat tarzı gelişti. Akıl almaz gösterilerle bezenmiş sünnet düğünleri tertip ediliyordu. Haliç sularından timsah şeklinde bir araç çıkıyor, timsahın açılan ağzında on kadar çengi raksediyor, timsah tekrar suya dalıyor, bir müddet sonra seyredenlere hayretten küçük dillerini yutturacak şekilde tekrar su üstünde görünüyordu. Cambazlar çığlık çığlığa izlenen gösteriler yapıyordu. Bütün bunları resmeden sanatçılar da eksik değildi. Kışları helva sohbetlerini, yazları bülbül seslerinin eşlik ettiği tenezzühleri vazgeçilmez hâle getiren şairler de. Şairler hattatlardan da, müzehhiplerden de, minyatür sanatçılarından da daha kalıcı daha keskin sözcüklerle resmediyordu ortamı.
Ortam oymalı ahşap süslerinin aşağıya doğru sarktığı şahnişinleri, mermer sütunların dantel gibi işlendiği kasırlara ilkbahara benzetmeye çok müsaitti. Ama bu sadece devletin merkezinde böyleydi. Memleketin uzak köşeleri kendi yağlarıyla kavrulmak, kendi dertlerine çare bulmak zorundaydı.
*
1730 tarihinde, İran sınırına yakın Harput eyaletine bağlı Keban gümüş madenini işletmek üzere Bedri Paşa namında biri tayin edilmişti. Şehir merkezine göre mahrumiyet sayılacak maden ocağına gitmeden önce ailesini yerleştirmek maksadıyla Harput’a geldi. Harput, milattan öncesinden beri yerleşim merkezi olan bir kale şehirdi. İpek yolu üzerinde olması, ticaret ve kültür merkezi olmasını sağlamıştı. Şehir dar ve kıvrımlı yolların etrafına iç içe öbeklenmiş evlerden müteşekkildi. Evler kerpiçten yapılıyordu. Toprak damlıydı. Bedri Paşa istediği gibi bir ev bulamadı. Ailesini de alarak Keban’a gitti. Orada bulabildiği bir eve yerleşti.
İstanbul’un görkemli hayatından Harput gibi merkezden uzak eyalet merkezleri de nasipsizdi. Şehrin kenar mahallerinde ki nasipsizlik daha keskin hissedilmekteydi. Halk yeni hayat tarzına bir medeniyet göstergesi olarak bakmıyordu. Memnun olmayanlar azımsanmayacak kadar çoktu. Bunlar buldukları ortamlarda homurdanmaktaydılar.
Nevşehirli Damat İbrahim Paşa on üç yıl iktidarda kaldı. Hattat ve şair olan Üçüncü Ahmet, kafasına uygun bu sadrazamla işleri yoluna koyduğunu düşünüyor, gayrı memnunların homurdanmalarından bihaber, saltanat kayığı ile düzenlenen gösterişli merasimlere iştirak ediyordu. Hem devletin geleneğinde hem Sultan’ın yönetim biçiminde bir sadrazamın bu kadar uzun müddet görevde kalması alışıldık bir şey değildi. Bir kaç ayda bir değişirdi, sadrazamlar, Yeniçeri Ağaları, Kaptanı Deryalar, Kazaskerler ve diğer devlet ricali. Nevşehirli on üç yıldır iktidardaydı. Kurduğu yeni hayat tarzından istifade eden hatırı sayılır bir kitle oluşmuştu. Kibar, zengin, zevkin incesini bilir, gereği gibi davranır bir kitle. Ama kaçınılmaz olarak bir de gayrı memnunlar kitlesi oluşmuştu. Her şey zıddıyla kaimdi. Enderun’dan yetişmiş, muhtelif savaşlarda bulunmuş, devletin her kademesini bilir, bir üst basamağa geçmek için sıra bekleyen yüzlerce insan bu gayrı memnun kitlenin omurgasıydı. Nöbet değişikliğini beklemekten yorulmuşlar sabırları tükenmişti. Ayrışma noktasını geliştirmek kolaydı. Bu yeni hayat tarzını, sefahat, israf, ahlaksızlık olarak nitelediler. İran cephesinden gelen kötü haberler ile medeniyet ve sanat denilen zevk ve sefa iptilasını ilintilediler.
Doğal yollardan kapı açılmayacaktı kapının zorlanmasına karar verdiler.
Yeniçeri Ağası, Şeyhülislam, Kazasker fikir birliğine varınca etraflarına hassas noktalarda görevli vezirlerden paşalardan adam bulmaları kolay oldu. Ama zor iş olduğunu biliyorlardı. Kelle koltukta girişilecek bir iş değildi. Kendi aralarında remizlerle anlaştıkları bir dil geliştirdiler. Kellesini koltuğuna alacak birisini aramaya başladılar. Çoktu. Meyhaneler, mahalle araları, yangın yerleri, kenar semtler kelle koltukta yaşayan adamlarla kaynıyordu. Halil diye biri epeyce namlıydı. Etrafına kendi cinsinden dört beş kafadar toplamıştı. Bunların da kendi aralarında anlaştıkları bir dilleri vardı. Güçlü olan kendinden daha güçlü birini bulunca emrine giriyordu. Kıyıcı idiler. Ölümü göze aldıklarından öldürmeyi de biliyorlardı. Devletin helva sohbetlerinde, lale bahçelerinde, şiir meclislerinde, sünnet düğünlerinde gezip dolaştığı bir ortamda boy attılar. Halil tam da aranan adamdı. Gittikçe namı yürüyordu. Eski bir deniz askeriydi. İşi serseriliğe dökmüştü. Hamamlarda tellaklık etmek, meyhanelerde kabadayılık etmekten daha zordu. Avenesi “patrona” lakabını uygun görmüştü. Gücü askerliği aşmıştı. Amiral anlamına gelecek bir lakap etrafına topladığı güruha da bir kimlik kazandırıyordu. Yolunu yordamını bilip önünü açtılar. O belki arkasından rüzgarı üfürenlerin farkında olmaksızın yelken açtığından emindi. Cesareti yüksek, kendine güveni tamdı.
İşin önemli bir parçası kamuoyunu hazırlamaktı. Ahali kulağına gelen sözün doğru mu yalan mı olduğunun veya ne kadarının doğru ne kadarının yalan olduğunun ayrımını yapamazdı. Hele duyduğu şeyin bir kısmı doğru ise diğer kısmının doğru olup olmadığına hiç bakmazdı. Dinler ve inanırdı. Nitekim öyle oldu. Şeyhülislam kendisine bağlı talebeleri camilere salarak bu kamuoyu denilen zümrüdü Anka kuşunun kanatlanmasında en etkili rolü oynamaktaydı. Devlet zevki sefaya batmıştı. Hazine boşalmıştı. İsraf almış başını gidiyordu. İran cephesinde durum kötüydü. Saraylar, kaşaneler yapılıyordu. Has bahçelerde kadınlı erkekli alemler tertip ediliyordu. Levent delikanlılar kadınları kucaklayıp salıncaklara oturtuyordu. Cemiyet çürümüştü. Gayrı memnunluk çığ gibi büyüdü. Patrona Halil işareti aldı. Beyazıt Caminin önünden bir hareket başlattı. katılmayanları zorla soktukları kalabalık, Kapalıçarşı’ya oradan Mısır Çarşısına yürüdü. Esnafa kepenkleri kapattılar. Kalabalık gittikçe büyüdü. At meydanına çıktılar. Bir taraftan yağma ve gasp başlamıştı. Yeniçeriler bir kaç cılız müdahalede bulundu. yetersizdi. Çünkü işin başındaki Yeniçeri Ağası tertipçilerin içindeydi. Padişahın sarayının kapısına dayandılar. Üsküdar’dan alelacele saraya dönen Üçüncü Ahmet, önce kendisinin can güvenliğini sağlamak işinden ekmek yiyenleri aradı. Yeniçeri Ağası ortalarda yoktu. Sancak-ı Şerifi çıkarmayı halk desteğini düşündü. Halkın kıpırdayacak hali yoktu. Şehrin bütün kontrolü Patrona Halil’in örgütlediği serseri takımının eline geçmişti.
İsyanın baş tertipçilerinden Şeyhülislam Padişahın yanı başındaydı. Sureti haktan görünüyor, durumun vahametinden dehşete düşmüş gibi davranıyordu. Asıl amacı padişahın kalbine dehşet salmaktı. Arabuluculuk yapma işini üstlendi. Görüştü döndü. İki gün önce şehrin en aşağı tabakasından, ayak takımından Patrona Halil ve avenesi önünden geçmeye cesaret edemeyeceği sarayın kapısına dayanmış devletin başıyla görüşüyor ona isteklerini söylüyordu. İlk sırada Nevşehirli Damat İbrahim Paşa olmak üzere otuz yedi devletin çatı görevinde paşanın kellesini istiyordu.
Üçüncü Ahmet, bu talep karşısında nasıl bir durumla karşı karşıya kaldığını daha iyi anladı. Damadı ve yakın dostu, kader birliği yaptığı vekilini öldürüp isyancılara teslim edecekti. Kendini tercih etti denilemese de devleti elbette bir kişinin kellesine tercih etmek zorundaydı. Şeyhülislam bu kararı almasında yardımcıydı, yanı başındaydı. Bu talebi yerine getirdiler, isyancıların istedikleri devlet ricalini saray koridorlarında boğdurdular. Sadrazamı ve diğer öldürdükleri adamları kağnılara doldurup sarayın kapısından dışarı çıkardılar, kapının önünde biriken isyancılara teslim ettiler.
İsyancılar için bu zafer demekti. Güçlerini pekiştirmek için cesetleri sokaklarda gezdirip ahaliye teşhir ettiler. Şehri yağmalamaya yakıp yıkmaya öldürmeye devam ettiler. Saraya yakınlığıyla bilinen insanların evlerini basıyor, öldürüyor malını emvalini yağmalıyorlardı. Yapılmış sarayları köşkleri yıkıp yerle bir ettiler. Bahçeleri dağıttılar. Mermer sütunları kırdılar. Çeşmeleri yıktılar. Çiçekleri yoldular. Ağaçları devirdiler. Yılların ayların emeği bir kaç gün içinde yok olmuştu. Mimarların, taş ustalarının, müzehhiplerin, nakkaşların, hattatların, ressamların mahareti, sanatı, ince zevki, duygusu gözü dönmüş bir güruhun ayakları altında çiğnenmiş, yok olmuştu.
*
Şehir güvenliğini kaybedince memleketin her tarafı bundan etkilenmişti. Bu isyan Anadolu’daki celali isyanlarının öncüsüydü. Kelleyi koltuğa alan devlete kafa atmaya yelteniyordu. Bunlardan Kuyucu Murat Paşalar ortaya çıkıyordu. Kan kanı doğuruyordu.
Bedri Paşa, maden ocağında çalışanların bir kıpırdanma içinde olduğunu hissetmişti. Tedirgindi. Elindeki kolluk kuvvetinin bir arbedede neler yapabileceğini düşünüyordu. Gümüş madeninde çalışma şartları ağırdı. Ücretler düşüktü. Böyle bir ihtimale karşı sert davranmak lazımdı. Ama sertlik başkaldırıyı azaltmak yerine azdırıyordu. Harput’tan bir ev tedarik edememesine öfkelendi. Öfkesi kendisineydi. Biraz da yeni doğmuş çocuğundan ailesinden ayrı kalmak istemediği için savsaklamıştı. Oysa burası, bir ailenin mutlak güveliğini sağlamaktan çok uzaktı. Geldikten sonra şartları görmüş, pişman olmuştu. Durumu nasıl değiştirebileceğini ayrıca düşünüyordu.
Bir sabah korktuğu başına geldi. Bir çavuş çalışmayan işçiyi dövmüş kazara işçi ölmüştü. Madende çalışanlar toplu halde arkadaşlarının intikamını almak için çavuşun üzerine yürümüştü. Çavuş silah kullanınca kargaşa içinde ölenler olmuştu. Mesele kavgayı aşmıştı. Hadise çığırından çıkmıştı. Bedri Paşa’nın sadık adamı Bertanlı aşiretinden Mustafa telaşla paşanın evine çıkmış durumdan haberdar etmişti. İkisinin de ilk aklına gelen kundaktaki bebek oldu. Mustafa, ben bebeği emniyete alırım, siz adamların başına geçin dedi. Bebeği kundağıyla kucaklayıp çok iyi bildiği dağ yollarına düştü.
Bedri Paşa ve adamları isyanı durduramadı. Paşayı da karısını da diğer güvenlik görevlilerini de öldürdüler. Harput’tan süvari bölüğü geldiğinde hadisenin üzerinden bir hafta geçmişti. Gelenler ortalığa saçılmış cesetleri toplayıp gömdüler. Sonra isyana karışıp ortalıktan kaybolanların peşine düştüler. Ama bölge dağlıktı. Yöre insanı birbirine tutkundu. Zor işti.
Bertanlı Mustafa, aşiretinin yaşadığı Çarsancak’a ulaştı. Bedri Paşa’nın kundaktaki yetimini emniyete kavuşturmuştu. Artık kendisine düşen bu emanete kendi çocukları gibi bakmak, koruyup kollamaktı.
Coşkun Yüksel